Tüm kasları kasılmış vaziyetteydi. Aldığı hızlı nefesler yetersiz hissettiriyor, kaşları istemsiz olarak gergince çatılıyordu. Gözlerini arayabilmek adına bilinçaltıyla güç bir savaşın içindeydi. Kazandı, gözlerini açabildiğinde ilk işi nefes alışverişini düzene sokmaya vakit ayırmak oldu. Bir süre bir şey beklercesine boş gözlerle tavanı seyretti, beklediğinin aksine hiçbir hareketlilik yoktu. Ağrılı kaslarına rağmen yataktan doğruldu, bacaklarını sarkıtıp kahverengi zemine gözlerini dikti. Uzun zamandır gördüğü en kötü kabustu. Sanki gerçekti. Sanki gerçekten yüzü tanınmaz, öfkeli ve çirkin bir insan topluluğu, salyalarını akıtarak bedeninin her yerine hırsla ve nefretle tırnaklarını geçirmiş, derisini çekmiş, en sonunda koparmıştı. Paramparça olmuştu. Paramparça oluşunu henüz vücudunda göremiyor fakat içten içe ruhunda hissediyordu. Kabusundan anımsadığı bölük pörçük parçaları, yere diktiği gözlerini kaldırarak bir kenara bıraktı. Bugün mutlu ve güzel hissetmeliydi. Hayatında manasız kabuslara ayıracak vakit yoktu!
Bir hışımla yatağından kalktı. Dağınık yatağını şöyle bir süzdü. Hayatında yatağını toplamaya bile ayıracak vakit yoktu! Sadece keyfinin istediğini yapıyor, ona yorucu ve lüzumsuz gelen her şeyi, normal insanların sorumluluk olarak benimsediği bazı günlük davranışları bile, şiddetle reddediyordu. Anı yaşamanın peşindeydi; günler birbirini kovalayarak geçiyor, o da ritme ayak uydurarak her yeni günün ensesinde bitiyordu. En az yatağı kadar dağınık komodinine bir göz attı. Geceden kalma yarım bardak kahve, mentollü sigarasının düşmüş külleri, uykulu haliyle özensizce çıkarıp neredeyse fırlattığı takıları, kendine hiç yakıştırmadığından sadece evde taktığı gözlüğü, ısrarla bitirmediği başucu kitabı… Ve takvim. 2022, 24 Ocak. Bugünü, tam 15 gün öncesinden işaretlemişti; günü temsil eden alana en kırmızı kalemiyle kocaman bir gülücük çizmiş ve çizdiği gülücüğü alandan taşırmaktan çekinmemişti, bugün için olabilecek en büyük gülücüğe ihtiyacı vardı. Çiziminin yanında küçücük kalan, yine 15 gün öncesinden not alınmış saate baktı. 15.30. Fazlasıyla vakti vardı, belki yeterince hızlı olursa dışarıda kahve bile içebilirdi. Oyalanmadan giyinmeye karar verdi, banyoda hızlıca yüzünü yıkadıktan sonra takvimdeki gülücük yüzüne yapışmışçasına büyük bir gülümsemeyle gardırobunun kapaklarını araladı. Çok güzel kıyafetleri vardı, rengarenk ve neredeyse sayısız… Eline 2 gün önce ulaşan yeşil, upuzun tül elbiseye baktı; harika gözüküyordu, onu ablasının seneye olacak nişan töreninde giyecekti. Hemen yanında mezuniyet töreninde giydiği, içinde bir prensesten farksız hissettiği beyaz saten elbise vardı. Onu kesinlikle tekrar giymeliydi, belki önümüzdeki yaz için planladığı tatilde yanında götürebilirdi. Tabii bunlar bugün için uygun değildi, daha makul bir şeyler için dolabını karıştırdı. Yine de basit giyinemezdi, sonuçta bugün mutlu ve güzel hissetmeliydi! En sevdiği mavi kazağını hızlıca üzerine geçirdi. Mavi onu açıyordu, annesi öyle söylerdi, daha çok mavi kıyafet almalıydı. Altına bacaklarını saran siyah kot pantolonunu giydi, bu pantolonun da ona yakıştığından şüphesi yoktu. Doğal dalgalı, koyu kahve ve dolgun saçlarını kendi haline bıraktı, hazırdı. Ellerini belinin iki yanına atıp, takvimden yüzüne bulaşan gülücüğü muhafaza etmeye devam etti. Güzel olmuştu, emindi. Kendisini zorlayarak elde ettiği pozitifliğiyle; günün gergin başlayıp güzel devam ettiğini içinden geçirdiği esnada, çıkmadan mutlaka sürmesi gereken güneş kremini bulmak için araladığı çekmecede çok sevdiği makyaj malzemeleriyle karşılaşmayı beklemiyordu. Gülümseme soldu. Onları unutup hiç görmeyeceği bir yere sakladığını sanıyordu, kendisine kabusundaki insan topluluğunu aratmayan bir öfke duydu. Az önceki gülümsemesi sayesinde kısılan gözlerindeki bakışlar donuklaştı, dudaklarının kuruduğunu hissediyordu. Bir dakikaya yakın bir süre, ki ona 1 saat gibi geldi, çekmecenin iki yanına yasladığı ellerinden kuvvet alır vaziyette bütün o renkli malzemelere bakarak düşündü. Durakladı. Aklına ayna geldi. Bi’ aynaya mı baksaydı? Hayır, ayna olmazdı. Zaten evdeki aynaların hepsini atmıştı! Aklı karışmıştı. Karışmamalıydı! Daha fazla düşünmemeliydi, titreyen elleriyle güneş kremini yüzüne hızlıca yedirdikten sonra kremin kapağını bile kapatmadan askılıktaki çantasını bir hışımla kapıp koşarayak çıktığı evinin kapısını sertçe kapattı. Böyle anlarda sinsice baş gösteren zehirli hararet kalbini sıkıştırıyordu. Nefes alış verişlerinin düzenini yine yitirmişti. Çok hızlıydı. Hızlı olmalıydı, belki de sandığı kadar vakit yoktu. Apartmanın merdivenlerinden inerken üzerinde, arkadaşlarıyla oynadığı ebelemecede kazanmak için hırsla ve kaygıyla koşan küçük bir çocuğun edası vardı. Merdivenleri son hız indiğinden arada dengesini kaybediyor fakat umursamadan devam ediyordu, tek isteği evden ve az önceden olabildiğince uzaklaşmaktı.
Sonunda apartmanın kapısına ulaşıp kendini sokağa atabildiğinde, nefes alış verişlerindeki bozukluğun ve titreyen dizlerinin henüz bilincine varabildi. Yüzüne düşen ve derin nefesleriyle rüzgarda savrulurcasına hareket eden saç tutamını sertçe geriye attı. Hızlı hareketlerinden dolayı yukarı kayan kazağını aşağı çekti, başını dikleştirdi. Aksi, içi direnen yüz kaslarını gülümsemeye zorladı. Her şey iyiydi. Sorun yoktu. Zoraki gülümsemesi derinleşti. Sokağın ortasında histerik bir gülümsemeyle dikildiğini fark edip hala az çok titreyen dizlerine rağmen sağlam adımlarla yürümeye başladı. Vakit hala vardı, yürüyerek gidecekti, hatta yol üstünde kahve içme planı da hala geçerliydi! Belki görürse bir bijuteriye, pasaja bile girer; takıları ve nicelerini incelerken vakit öldürürdü. Kendi keyfi ve zevkleri için öldürdüğü vakte acımıyordu, tek korkusu geçen vaktin onu öldürmesiydi.
Hemen az önceki temponun yarattığı yorgunlukla su misali duruldu. Yürüdükçe tek tük insanları görmeye başladı; aslında insanları seviyordu, insanları görmeyi de seviyordu. Fakat insanların onu görmesini sevmiyordu. Bakışlardan daima rahatsız olurdu. Karşıya bakmıyor, başını eğip yürüdüğü yolun bozuk taşlarını birer birer inceliyordu; genelde yürürken böyle yapardı. Hatta öyle ki; iki adım önündeki bozuk taşı görünce ara sıra uğradığı butik kafenin hemen önünde olduğunun farkına vardı. Gülümsedi, bu seferki zoraki değil fakat hafif acı bir gülümsemeydi; yürürken sadece yere bakmaktan, artık yolların taşlarını ezberlemişti. Kahveye ihtiyacı vardı; belki her an bulanmaya çok müsait olan zihnini biraz olsun sakinleştirir, felaketler yaratmak için an kovalayan kocaman bir okyanustan hallice olan yorucu düşüncelerini toplayabilirdi.
Kafeye usul adımlarla girdi. Dışarıdan mahcup bir kız çocuğu gibi gözüktüğünü tahmin edebiliyordu. Fakat ne için mahcuptu? Kendince bir çekidüzene girmek adına ne zaman düştüğünü fark etmediği omuzlarını geriye attı, yüzünü de kaldırmalıydı. Öyle de yaptı, yüzünü kaldırdı. O an, içinde sistematik bir mekanizma olduğunu düşündü. Yüzü yerden kalktığı an omuzları tekrar düşüyordu. Kendisine öfkeyle; bundan fazlası olmadığını, bu kadar olduğunu içten içe söylerken, genellikle yüzüne yerleştirdiği o zoraki ve histerik gülümsemesi eşliğinde siparişini vermek için servis görevlisine doğru yöneldi. Nezaketini hissettirerek bir filtre kahve rica etti. Yumuşak görünümlü genç kadının yüzüne baktığında mahcup kız çocuğu rolünü ona kaptırdığını fark etti. Mahcubiyet istemiyordu, ona acınmasını istemiyordu. Bu durumdan nefret ediyordu. Ne için acıdıklarının onlar bile farkında değildi ve acınacak hiçbir şey yoktu. İnsanların dik, kaba ve meraklı bakışları bile bu yalandan acıma duygusundan kesinlikle daha samimiydi ama her iki tarafın da aptallar topluluğu olduğundan şüphesi yoktu. Biraz önce hissettirmeye çalıştığı nezaketin zerresini bile göstermeden, teşekkür bile etmeden, gözüne kestirdiği alelade bir cam kenarına sipariş verdiği kahvesini beklemek üzere yorgun vücudunu bıraktı.
O ana kadar yorgun olduğunun farkına varmamıştı. Hiçbir şey yapmamıştı, aslında genel olarak pek bir şey yapmıyordu ama çok yorgundu. Böyle anlarda ilk işi; yorgun olanın bedeni mi, yoksa ruhu mu olduğunu tespit etmek olurdu. Ve düşününce, çoğunlukla hem bedeninin hem ruhunun tahmin ettiğinden daha bitkin olduğunu fark ederdi; düşünmeyi de bu yüzden sevmezdi. Hem, düşünmenin, özellikle çok düşünmenin, getirisi neydi ki? Zararı çoktu, insanı kurmaca tesirlerin etkisi altına alıyordu. Gerçekçi değildi, yorucuydu, bazen mahvediyordu. Masasına bırakılırken fark etmediği kahvesinden bir yudum aldı. Zaten onun düşünmeye de vakti yoktu! Kahvenin tadı acı ve hoştu. Kendisiyle gurur duyuyordu; artık eskisi gibi delicesine düşünmüyor, kaygılanmıyor ve kendini yormuyordu. Evet, artık bunları yapmıyordu. Kahveden bir yudum daha aldı, bu kez daha büyük bir yudumdu. Kendisiyle gurur duyarken düşünmemeyi ne kadar düşündüğünün ve bu konuya karşı geliştirdiği takıntının bilincinde değildi. Az önceki yudumunu henüz sindirmemişken, kahve bardağını tekrar eline aldı. Sürekli iyi olup olmadığını sorguluyordu; son zamanlarda, benliğinden en az yoldan geçen bir yabancı kadar bihaberdi. İyi miydi? Tam olarak ne yapıyordu? Hayatında ne oluyordu? Ona neler oluyordu? Taklit yapmayı alışkanlık haline getirmişti. Çözümü, öyle olmadığı halde tamamen kontrol sahibi gibi davranmakta bulmuştu. İyiydi, çok meşguldü, mutlu ve keyifliydi. Kendini kandırmayı seviyordu. Gerçeklerle yüz yüze gelmek, onları sindirmek ve onlarla yaşamak için vakit yoktu. Keşke yoldan geçen yabancının yerinde olsa ve kendisini hiç tanımak zorunda olmasaydı. Tanıştığı en zor insandı, en zor hayat ve en zor zihindi. Herkesten kurtulabilmeyi başarmıştı fakat en çok kendisine olan mahkumiyetinden nefret ediyordu. Avuçlarındaki taze kahve bardağının parmaklarını sızlatmasıyla, gözlerini diktiği manzaradan ayırdı. Parmaklarını sızlatan sıcaklığın, boğazını daha beter yakacağını bilerek, hiç çekinmeden, kahvesini bir dikişte bitirdi. Umduğunun aksine kahve pek de iyi gelmemişti fakat kahve içmek gününü kurtarmış, harika hissettirmiş ve enerjisini toplamasına yardımcı olmuş gibi davranmayı tercih ediyordu. Yarattığı sahteliğin motivasyonuyla, yanındaki sandalyeye bıraktığı çantasını omzuna geçirerek kafeden uzaklaşmak üzere kalktı. Saat yaklaşıyordu ve oraya yürüyerek gitmek istiyorsa artık vakit kaybetmemeliydi. Kimseyle göz göze gelmeden kafeden çıktı.
Şanslıydı, bugün yollarda pek kimse yoktu. Sadece küçük bir kız ve kızın elini sımsıkı tutan babası dikkatini çekmişti. Tuhaftır ki, normalde insanlar böyle bir manzarayla karşı karşıya gelince, kızın yerinde olmayı babasının ona verdiği muhtemel sonsuz sevgiyi tatmak için dilerlerdi. O da diğerleri gibi kızın yerinde olmayı dilemişti tabii ki, fakat o sevgiyi tatmak uğruna değil; küçük kız gibi kendi sorumluluğunu başkalarının omuzlarına yüklemek, kendinin bilincinde olmamak ve sonucunda bir kuş gibi hafifleyebilmek için. Keşke babasının elini sımsıkı kavramasına izin verip vücudunun ve ruhunun ağırlığını ona bırakabilseydi. Zaten bunu kabul etmese de sık sık tekrar küçük olmayı dilerdi. Sonrasında kendisiyle çelişmekten çekinmez ve hayatından memnun olduğu, her şeyin iyi ve yolunda olduğu sahteliğine geri sığınırdı. Sonuçta, imkansız dilekler için de vakit yoktu.
Biraz daha yürüdüğünde tam vaktinde hedefine ulaşmıştı. Genelde gideceği yerlere geç kalırdı ama görünen o ki bazen geç kalma lüksü yoktu. O hiç haz etmediği, kokuyla dolu olan koridordan yürüdü. Bir kat merdiven çıktı, sonrasında bir kat daha. Son katı da çıkarken, merdiven basamakları bitmeden aradığı kelimeleri, bir süredir olduğu gibi, tabelada gördü. Tıbbi onkoloji. Nefesleri hızlı ve kesikti. Uykudan uyanmış gibi sersemdi. Sanki dünyaya gözlerini ilk kez açmıştı, hiçbir şey bilmiyordu.
Sadece adımlarını hızlandırarak büyülenmişçesine tabelada işaret edilen yere yöneldi. Stresi her zerresinde o kadar hissediyordu ki her an stresin bizzat kendisine dönüşebilecek gibiydi. Bunların hiçbirini umursamamalıydı, hislerini bastırarak hedefine kilitlenmiş bir asker disiplininde malum kapıyı çaldı, kapıyı biraz aralayıp sadece yüzü görünecek şekilde içeriye küçük ve yan bir adım attı. Doktor; gözlüğünün üstünden gelmek istercesine içeriye bakan genç kadını süzdü, tanıdı, gülümsedi. “Hoş geldin, seni bekliyordum, gel! Gir!” Aldığı direktifle sanki bir şeyden kaçarcasına gergin bedenini direkt içeri attı ve kapıyı hızlıca kapattı. Bir şey söyleyebilecek gibi hissetmiyordu, zaten ne söylemeliydi ki? Boş gözlerle bir süre doktorun tekrar bir şey söylemesini bekledi. Karşısındaki deneyimli adam, bunu fark etmiş olacak ki dudaklarını birbirine bastırdı. “Umarım iyisindir. Son görüşmemizden daha iyi gözüküyorsun, yüzün de öyle. Aslında test sonuçların elimde, dilersen onlar üzerinden konuşabiliriz. Olur mu? Uygun mu? Sahi niye oturmuyorsun? Buyur lütfen, rahat hissetmeye bak!” Aldığı ikinci direktifi de ikiletmeden doktorun karşısındaki iki gri koltuktan birinde yerini aldı, başını salladı. “Tabii, uygun. Buyurun, lütfen, dinliyorum.” Titreyen sesi ikisinin de gözünden kaçmadı ve her ikisi de fark etmemiş gibi davranmayı tercih etti. Doktor; yılların profesyonelliği ve geliştirdiği duygusuzluk maskesiyle, masasının üstünde sınıflandırılmış kağıtlardan birkaçını eline aldı. Kağıtların üzerinde hızlıca hareket eden gözlerini takip etmek zordu. “Yaptığımız testler sonucunda, tümörün ciltte 2,6 milimetre kadar derinliğe ulaşmış olduğunu görebiliyoruz. Tahmin ettiğim üzere ülserasyon, yani cilt yüzeyinde ciddi bozulmalar mevcut. Yayılma da bir o kadar mevcut. Evet… Yayılma mevcut fakat sanıyorum ki şu an için kontrol altında diyebiliriz, yani en azından uzak organ metastazı yok. Her şeyin yerinde saydığını söyleyebiliriz. Ne evre 2’ye geriliyor ne de evre 4’e ilerliyorsun. Vakit sanki, sanki işlemiyor. İlginç… Bunu kötü olarak değerlendirme! Senin savaşın herkesin harcı değil. Bu senin için de uygunsa, artık cerrahi müdahale yoluyla tümörlü bölgeleri almakta bir sakınca görmüyorum. Tabii lenf nodlarına da müdahalede bulunacağız. Sonrasında yine bir takip sürecine gireceksin. Biraz fazla art arda konuşuyorum sanırım, affedersin. Kafanı allak bullak ettim, haklısın… Bak sana birkaç broşür vereceğim, burada bahsettiğim işlemler ve süreçle ilgili temel bilgiler var. İstediğin bir vakit bizi arar, işlem için randevu alırsın. Kendini sıkıştırma, bizim sana daima vaktimiz var.” “Teşekkür ederim.” Kuru bir teşekkür ederim. Kuru, cılız ve kesik bir teşekkür ederim. Samimiyetinden değil, samimiyetsizliğinden şüphe etmediği doktorun uzattığı kağıt parçalarını bir hışımla, onlara bir göz bile atmadan aldı ve çantasının içine sıkıştırdı. “Dediğiniz gibi, randevu için arayacağım. İyi günler.”
Bir şeyden kaçarcasına sığındığı odayı, kaçtığı şeyin ne olduğunu bilerek ve iliklerine kadar hissederek terk etti. Hiçbir şey hissetmiyordu. Titriyordu. Başı döndü, bir şey yapmalıydı. Nasıl olduğunu, nasıl gittiğini bilmeden kendini lavaboda buldu. Kafasını sonuna kadar açtığı musluğun neredeyse altına sokacaktı. Suyla temizlenmeye, arınmaya ihtiyacı vardı. Defalarca yüzüne soğuk suyu sertçe çarptı. Titremesi hafifleyene kadar durmadı. Başı dönmeyi bırakmıştı. Düşünmüyordu, iyiydi. Sırtını duvara yasladı, birkaç saniyeliğine derin nefesler eşliğinde gözlerini kapadı. İyiydi, sorun yoktu. Hatta doktordan hırsla aldığı broşürü inceleyebilecek kadar iyiydi, tabii ki bunu yapabilirdi. Bunu yapabildiğini kendine kanıtlayacaktı. Buruşan kağıtları daha fazla buruşturmaktan çekinmeden ve hala hafiften titreyen ellerini umursamadan çantasından özensizce çekip çıkardı. Kalın, ince, büyük, küçük, renkli, renksiz bir sürü fontta bir sürü yazı vardı. O bir sürü yazının içinde defalarca kullanılmış olan art arda iki kelime, o an okuyabildiği tek şeydi; Cilt kanseri, cilt kanseri, cilt kanseri, cilt kanseri, cilt kanseri, cilt kanseri, cilt kanseri… Gülümsedi. Şu an sahteliğe yer yoktu. Görüldüğü üzere, yarattığı sahte dünyası sürekli başının üstüne yıkılıyordu. O yıkıntının altından hayata dönmeye çabalayan bir ceset olduğunu biliyordu; kendini kandırmasına, en azından şu an, gerek yoktu. Yaslandığı duvarın hizasındaki aynayı fark etti. Madem sahtelik, taklit ve kaçış yoktu; o halde benliğiyle görüşmeliydi. Büyük bir adım, aynanın tam karşısında yer alması için yeterli oldu. Aynaya baktı. Kızarmış gözlerinin içine baktı. Kuru dudaklarına baktı. Yüzündeki su damlacıklarına baktı. Sonra onlara baktı. Ne kadar çirkin olduklarına baktı. Bu kocaman ve sık lekeler, kimseye yakışmazdı. Ona da yakışmıyordu. Ama ona o kadar yakışmıyordu ki, onu gün ve gün öldürüyordu. Bunu biliyordu. Bunu adı kadar iyi biliyordu. Hissediyordu. Ciğerlerine doldurduğu derin nefes, onu yaşamda tutmak için çabalarcasına ciğerlerinden çıkmak istemiyordu. Aynada gözlerinin dolduğunu gördü. Tüm kasları kasılmış vaziyetteydi.