Tarihin tozlu penceresini açıp günümüzden bin yıl öncesine baktığımda, kendimi o dönem insanlarının yerine koyduğumda, ruhuma sinen hafifleme hissiyatına karşı koyamıyorum.
Hayatta kalmak, fiziksel manada pek tabii günümüz koşullarından çok daha zorlu bir mücadeleydi. Fakat bugün, günümüzün penceresini aralayıp baktığımda, görüyorum ki; biz insanlar, düşmanın dışarıda ve kim olduğunu bilerek ettiğimiz mücadeleler kadar dingin ve huzurlu mücadeleleri geride bırakalı çok oldu. Dışarıda kayda değer düşman yok. Savaş, kendi içimizde.
İcat ettiğimiz, keşfettiğimiz mucizelerle sarhoş olmuş haldeyiz. Bu sarhoşluk, öyle tatlı geliyor ki bizlere, kendi içimizde filizlenip büyüyen şahsi düşmanımızı her gün biraz daha büyümesi için sulayışımızı gözümüz görmüyor. Kim, ne, neden tohumunu içimize attı bu düşmanların? Bizler niçin bizzat kendi düşmanımıza yuva olduk, bünyemizde nasıl barındırıyoruz? Kimmiş, neymiş ki bu düşman?
Bunları cevaplamak için, öncelik verilmesi gereken birincil soru, işin aslı; ‘ben’ sandığım her şey aslında gerçekten ‘ben’ mi? Düşman benim. Düşman ‘ben’ diye sahiplendiğim her şey. Düşman dünya tarafından yapmam ve olmam gerektiği söylenen, benim de şüphesiz benimsediğim tüm standartlar ve kimlikler. En sevdiğim kıyafetim, favori müzik grubum, sürekli kahve içtiğim arkadaş grubum, içinden çıkmayı reddettiğim konfor alanım, her gün gittiğim kafe, hayat görüşüm, sınırlandırılmış hayal gücüm, fabrikasyon gelecek hedeflerim.
Düşman, bana ait olduğu dikte edilerek modern dünya tarafından ruhumuza ilmek ilmek işlenmiş tüm bu delüzyonların hepsi.
Ben, 21. Yüzyılın bir ürünü olan ‘ben’le mücadelemi bir ömür sürdüreceğimi bilerek, en başta sözünü ettiğim birbirinden bambaşka manzaralara açılmasına rağmen aynı ufukta, hayatta kalma kaygısında kesişen iki pencereyi kendimle savaşarak ve barışarak sık sık gözlüyorum. Benim içimde beni arıyorum. Salt benliğimle tanışabileceğimi umarak, onu özlüyorum. Kendi penceremi bir gün kendim yaratabileceğime inanarak; içimdeki düşmanı değil, ruhumu filizlendiriyorum.